“İLÇEMİZE TELEVİZYON GELDİ”
Biga’nın Sesi gazetesinde yayınlanan haber ve yazıları inceledikçe o günlerin ayrıntılarını hatırlıyorum. Yerel gazeteler dönemin Biga’sını ne kadar güzel yansıtıyor. İlçede görülen ilk televizyon yayınları, payton duraklarının durumu, Biga’da kurulan bir tiyatro ve kurucularının yarattığı heyecan ve talebelerin kahvehanelere dadanması gibi konular nostaljik bir hafıza oyununa dönüşüyor.
İşte bir örnek: 14 Eylül 1968 Cumartesi tarihli Biga’nın Sesi’nin ilk sayfasından bir haber:
“İlçemize televizyon geldi…
Beldemizin saatçilerinden Mustafa Engin’in almış olduğu televizyonun önü Perşembe akşamları tıklım tıklım dolmaktadır. Beldemizde ilk televizyon seyreden şahısların parmakları ağızlarında kalmaktadır.”
Bu kısacık haber o yılların Biga’sı hakkında ne kadar çok bilgi içeriyor. Dükkan vitrinlerinde televizyon seyredildiğini, yayınların haftada bir iki gün ve sadece birkaç saat boyunca sürdüğünü ve tabii televizyona “aptal kutusu” ismi verilmesine neden olan ilk seyredenlerin durumunu bu haberden öğreniyoruz…
***
Çocukluğumda ilk televizyonu ben de bir mağazanın vitrininde görmüştüm sanırım. Şerafettin Pek’in önce manifatura ve konfeksiyon, zamanla beyaz eşya mağazası haline gelen dükkanının vitrininde maç, haber veya çizgi film, ne yayınlanırsa ağzım açık izlerdim.
Salı günleri yayınlanan Türk sineması kuşağı için ise mahallemizde ilk televizyonu alan Gommer namıyla tanınan rahmetli Ahmet Adıgüzel’in evine giderdik. Geçenlerde rahmete kavuşan Elmas Teyze, Hazreti Eyüp sabrıyla, küçücük odaya yığılmış onlarca mahalleliyi sadece ağırlamaz, çay servisi de yapardı. Erkekler sigara içer, kadınlar hiç durmadan artistler hakkında yorum yapar, çocuklar yerinde duramazdı… Sıfır sosyal mesafede, yirmi otuz kişinin balık istifi televizyon seyrinin keyfi doyumsuzdu…
Televizyon beni büyülemişti. Bu ortamda bile öylesine odaklanırdım ki, David Cronenberg'in Videodrome filmindekine benzer biçimde, neredeyse filmin içine girerdim. Ama filmdekinin aksine ben mutluydum…
Hayatlarının büyük kısmını televizyonsuz geçirmiş ve bilhassa gençlerin ağzı açık, büyülenmiş gibi seyrettikleri bu alete derin bir şüpheyle yaklaşan ihtiyarlar bu netameli alete mükemmel bir isim bulmuştu bile: “Aptal kutusu”…
Oysa benim ve kuşağımın bazı diğer fertleri için televizyon, içinde mahpus bulunduğumuz kasabadan firarı mümkün kılan bir boyut kapısı gibiydi.
Kaptan Cousteau ile denizlerin dibini, Kaçak Kimble ve Avukat Petroçelli ile fondaki şehirler ve taşra kasabalarının eşliğinde Amerikan adalet sistemini, Şehir ve Adam ile ABD yerel politikasını, Yeşilçam filmleriyle hepimizin Kızıl Elma’sı İstanbul’u, çizgi filmler ile soyutlamanın ve hayal gücünün yeni boyutlarını, Hayatım Roman, Dördüncü Murat, Üç İstanbul, Aşkı Memnu, Çalıkuşu, İki Öküz gibi yerli dizilerle Türkiye’yi ve tarihini öğrenme fırsatı buluyorduk.
Televizyon sayesinde dünyanın Biga’dan ibaret olmadığını idrak etmiştim.
Buna benzer bir duyguyu, 1990’ların ilk yarısında internete bağlanıp, dünyanın farklı ülkelerindeki web sitelerini gezerken hissedecektim…
Ve bir gün Biga’nın Sesi’ndeki o başlığın aslında “İlçemize dünya geldi” anlamına geldiğini fark edecektim…