Toplumlar da insanlar gibi birikimlerini artırdığı ölçüde belirli düzeylere ulaşabilmektedir.
Kendileri ve yaşadıkları çevre ile ilgili bilgi düzeyleri yükseldikçe, değişe koşullar altına zayıflayan değil güçlenip ilerlemeye devam eden bir niteliğe kavuşurlar.
Mikro ve makro düzeyde tüm sistemler(tek hücreli canlılardan karmaşık genetik yapılara, en küçük toplumsal yapılardan çok aktörlü uluslararası örgütlere, atomlardan kozmosa…) varlıklarını korumaya ve sürdürmeye meyillidir. Çevresel koşullar değişip geliştikçe de bu şartlara adapte olmaya çalışırlar. Söz gelimi, her kış vakti grip virüsünün yapısının değişmesi bu önermeye bir örnektir.
İçinde bulunduğumuz bilgi ve tüketim çağında, her şeyin hızlı tüketildiği ve adaptasyonun giderek zorlaştığı bu ortamda, ayakta kalabilmenin ve ilerleyebilmenin tek şartı, nitelikli bilgi edinme uğraşının hızlanmasıdır. Tarih boyunca kendileri ve çevreleri hakkında yeterli bilgiye sahip olmayan toplumlar, bu toplumlar hakkında yeteri kadar bilgiye sahip olan diğer toplumların tahakkümü ve hegemonyası altına girmişlerdir. 15. Yüzyıldan 20. Yüzyılın ortalarına kadar söz konusu olan sömürgecilik tarihi bize bu önermeyi kanıtlamaktadır.
Sömürgeci devletler, Ortadoğu, Güney Asya, Afrika, Amerika ve dünyanın bazı bakir bölgelerinde yaşayan yerli toplumlar hakkında yoğun bir bilgi birikimine sahip olmuşlardır. Yerli halkın yaşayış biçimi, inanç sistemi, üretim ve tüketim ilişkileri üzerine bilgilerini artıran sömürgeci kuvvetler, bu bilgiler sayesinde sömürgeci devlet olma durumlarını koruyabilmişlerdir. İdari kuvvet olmalarını sağlayan bu sosyo-kültürel ve teolojik bilgilerin yanı sıra askeri bir kuvvet olarak kalabilmelerini de teknolojik bilgi sağlamıştır. Ateşli silahları üreten ve bunları geliştiren sömürgeci güçler karşısında ilkel silahlarla mücadele etmek mümkün olmamıştır. Dolayısıyla bireysel ve toplumsal anlamda ayakta ve hayatta kalabilmenin şartı her alanda belirli bir bilgi düzeyine erişmek, bilgi yelpazemizi geliştirmek ve bilginin ışığında hareket etmektir.